12 Ağustos 2010 Perşembe

12 Ağustos 2010 Perşembe 0
Şebnem Ferah'ın yalnız şarkısının başında çalan enstrüman her neyse,
hiç susmasın hep çalsın. İstanbul'a varılıp, İstiklal Caddesi'nin girişindeki simitçi zımrtısında kahvaltı edilen sabah saatlerinde oranınlavabosundan çıkmamla bu çalmaya başladı.
Ne güzel bir duygudur.
O şarkı muhtemelen İstanbul'da yazıldı, kaydedildi, ilk orada dinlendi falan.
Çok güzel bir şarkı ve be de oradayım. Mesela denize çok az bir yürüme mesafesinde olduğumu biliyorum.
Kesinlikle çok güzel.
"Ankara'dayken her yer özlenir."

28 Temmuz 2010 Çarşamba

28 Temmuz 2010 Çarşamba 0
harika yemek kokuları geliyor. benim öğenciyken sikseler yapmayacağım yemeklerin kokusu. dibim düşüyor. kalkıp bari makarna mı pişirsem düşüncesi kafamı kurcalarken sorunun kökten halledilmesini arzulamaya başlıyorum ve keşke, keşke mutfakta yemek yapmak yasaklansa diyorum. salata yapsınlar o kokmuyor mesela. ya da meyve soysunlar.

aradan dakikalar geçiyor. makarna ocakta hala. yanında içerim dediğim ice tea şeftali yarılanmış bile. bok yiyeyim ben en iyisi.
kantindeki kola, nestea, fanta, soda gibi içeceklerin olduğu şeylere lütfen dolapların fişini çekmeyin yazısını asmışlar. hangi ibne çekiyor lan gidip gidip o fişi? çok değişik bi yer allahıma.

20 Nisan 2010 Salı

turkish educational system and school management

20 Nisan 2010 Salı 0
- kültürü saç modeline bağlayan bir hocamız var. saçlarımız çok "extreme" olmadığı için bizi "average" olarak tanımladı. şekilcilik mi, genellemecilik mi, yoksa naiflik mi bilemedim. hem kültür denen şey powerpoint üzerinden "definition" ile anlatılamaz ki. konunun kültür olması, anlatım şeklinin ve bakış açısının kültürle bu kadar çelişmesi gerçekten ironik. hocanın farklı terminolojisiyle kendini marjinal göstermeye çabalaması, özge'nin muhalefet olması, benim gözlemlemekten sıkılmam, vs. her hafta aynı bok.

- önümde iki saattir neye bu kadar güldüğünü anlayamadığım iki kız oturuyor. karnınız ağrımadı mı, yüz kaslarınız gerilmedi mi ya da sınıftaki durumun içten içe umutsuzluğundan zerre kadar mı etkilenmiyorsunuz, nedir yani? türk değiller, eleştirmek istemiyorum. sonra faşist gibi hissediyorum, suçluluk duyuyorum. ama sınıftakilerin geri kalanı türk, onları eleştirme zahmetine bile girmiyorum. çünkü gerçekten salaklar ve bu sorgulanamaz...

- başarının ne olduğu tartışılıyor. saçmalama hoca. içses: "beni kusursuz olmaktan koru tyler." hayır yani, kime göre, neye göre? başarı, ne istediğimi bilmek, kendimi enine boyuna tanıyabilmek benim için, "the achievement of pre-defined goals" falan değil.

- "ingilizce öğretmenini 4 cümleyle tanımlayın.". en sonunda bu cümleyi de sarfetti. sınırlamacılığı, görecelilikten uzaklığı, hatta "hayvan düşmanlığı", ve bacak bacak üstüne atıp keyfimce oturduğumda suratıma bakması... suçlamıyorum aslında, hoca dediğin de böyle olmaz mı? ölü ozanlar derneği'ndeki gibi olacak değil ya. ama iğnelemeden de geçemeyeceğim. ben bu adamın seviştiğine bile kesinlikle inanmak istemiyorum. törpülenip uyum sağlamak, değerlerin "match etmesi" (birebir onun ağzından çıkıyor), çok güzel terminolojiler bunlar. marjinal olması için daha 15 fırın ekmek yemesi lazım. ruken'den aforizmalar: hayatımın içine eden 3 şey, okul, aile ve din.

- askeri okullar öğrencilerinin sınırlarını test ediyormuş. bu ders de benimkini ediyor. hocadan aforizmalar: bir futbolcu ne zaman fenerbahçeli olur? galatasaray'a gol attığı zaman. evet hocam, öyle, hı hı. sınıf ortamı, o kasvetli atmosfer o kadar tanıdık ki, geçen hafta teşrif edememiş olmama rağmen o 15 güne rağmen hoca sanki yıllardır konuşuyormuş gibi beynimin içinde. hocayı ve sınıftakileri "öteki"leştirsem, ben çoğunluk olamıyorum. o halde ben mi "öteki"yim. onlar "beriki" mi? ötesi, berisi yok. türkiye'nin sistemi beynimi sulandırdı.

12 Nisan 2010 Pazartesi

persona

12 Nisan 2010 Pazartesi 1
sadece bir saat uyuyup sabahın köründe persona'yı izlemekle de alakalı olabilir her şey. hani kafanı sıraya koyarsın böyle, ya da için geçer.. bunların hiçbirini yapmayıp pür dikkat bu sanat filmine kendini kaptırmaktan kaynaklı olabilir sorunum. elisabet vogler. "arkadaşımın imam dedesi" siksin bu kadını. her şeyi başa saracak olursak: 1 saat uyudum, geri kalan uykuma duşta suyun altında devam ettim (boğulma korkusuyla birleştiğinde insan strese giriyor), aç karnına kahveleri içip içip mideme işkence ettim, sonra güzel sanatlara gidip erdal inönü salonu'nda yerimi aldım. sanat filmi izlemeyi dayatıyorlar. peki dedik, izleyelim. aslında insanlar romantik komedileri, dizileri falan tok karnına, uykusunu almış biçimde ve mutluyken izlemeli. hani filozoflar hep zengin ailelerin çocukları oluyordu ya, karnı tok sırtı pek, yapacak iş güç olmadığından da otu boku sorguluyorlar falan. ama işte insani ihtiyaçların tam giderilmediğinde böyle şeylere kafa patlatmaz insan diye. külliyen yalan. persona'yı ilk izlediğim zamanı tam olarak hatırlamasam da hayalimde canlandırabiliyorum. muhtemelen yemek söylemişimdir, üzerine kimbilir hangi ıvır zıvırı yerken yayıla yayıla oturmuşumdur. efendim, filmin sonunda da bir bok anlamamışımdır. halbuki bu sabah öyle miydi? günlerden pazartesi. ders saati: 08:40. yurda dönüş saati: 02:30 civarı. sabahları zaten psikopat gibi oluyorum. kendi kendimi tanıyamıyorum. ama o filmi öyle bir anladım ki sanırsın bergman hakkında makaleler yazıp çiziyorum. sonra sınav olduk, eksik sorularımı da yanımdaki kişiden bakıp kağıdımı tamamlayıp hocaya teslim ettim. okunacak makaleyi alıp önemli cümlelerin altını renkli kalemimle çize çize okudum. öyle daha akıllı hissediyorum kendimi çünkü. ama o uykusuzluk, mide ağrısıyla akıllı hissetmek çok lüks bir şey. bir bakmışım uyuyakalmışım. ne oldu ne bitti diye uyandığımda karşımda oturan çocuk beni izliyordu. kitabımı kafasına fırlatmak istedim, sonra vazgeçtim. çünkü altını çize çize makale okuyan akıllı bir öğrenciydim ben o an. çok çalışmaktan yorgun düşmüş, uyumuştum.

ama makaleler kurtarmıyordu insanı işte. ikinci sahnede yatağımdayım. makalenin kalan sayfalarını çizmekle meşgulüm, sonra uyku beni kollarına alıyor. birkaç kez eski sevgili tarafından, birkaç kez karın ağrısı, finalde de baba tarafından uyandırılmak. işte tam o esnada persona filminde oyuncu olmuştum ben. elisabet vogler'im. ya da onun hemşiresi. kabus görüyordum, babam uyandırıyor arayarak ve karnım o kadar ağrıyor ki realitedeki kabusta mı bilinçaltımdakinde miyim ayırt edemiyorum, düş ve gerçek arasında gidip geliyorum. hangi persona bana hakim kestiremiyorum. sanat filmleri demek ki ancak acı şartlarda izlenildiğinde anlaşılabiliyormuş. ben kendimim, babam öteki. benliğim hala uykuda, uyandırılmayı bekliyor.